“Yüksek Ziraat Mühendisi Kezban Şahin Taysun’un Potkal kitap yayını “Kafesteki Kalp” adlı romanı kadınlarımızın karşılaştığı sorunların çözümüne edebi bir katkı niteliğinde. Anılar, olayların düşündüren değerlendirmesiyle ilgi çeken anlamlı vurgulamalarla başarılı bir çıkış.” Yekta Güngör ÖZDEN

31 Mayıs 2012 Perşembe

Olumsuzlukların Hedef Noktası (makale)


“Ya ümitsizsiniz, ya da ümit sizsiniz. Ya çaresizsiniz, ya da çare sizsiniz.”
     İnsanoğlu olumsuzluğun hedef noktası olduğunda kendisini nasıl hisseder?  Bu durumda Behçet Necatigil’in bu dizelerinden çaresizliği ümide dönüştürmeyi öğrenme şansı yakalayabilir mi?
       Peki, olumsuzlukların üzerine kolayca yığıldığı bir canlı var mıdır yeryüzünde?  Sorunun yanıtı açıktır. Bu, diğer canlılar içinde akıl açısından üstün gösterilen insanın iki cinsinden birine aittir. Bu; kadındır. O, bu sözcüğün içinde çoğul anlamlar taşır. Annedir; özveri örneğidir. Cennet onun ayaklarının altına serilmelidir. Eştir; gocunmadan hayatı omuzlarına yüklenir. Gelindir; geleneklere boyun eğer. Ev kadınıdır; evini düzene sokar. İş kadınıdır; ya sırtında bebesiyle tarlada ırgat ya da aklı emziremediği çocuğunda kalan bir memurdur. O bunları yaparken; tek şey diler Tanrı’dan; adı “öteki” olmadan, evrene sunduklarıyla değeri bilinmek!
 Mitolojide Ana Tanrıça Kibele, bereketi, toprağı, doğayı, canlılığı ve verimliliği simgeler. Kadın doğurgandır ve hep üretkendir. Tarihin Amazon kadını ise savaşçı özelliği ile bağlı bulunduğu topluluğu kötülüklerden koruyarak niteliklerine bir yenisini eklemiştir. Ne yazık ki kadının başarıları sonraki devirlerde, böylesine görkemli dile getirilmemiştir.
Ülkemizdeki toplumsal davranışlarımızda yapılan bazı yanlışlıklar, kadına gereken saygıyı her zaman sunmadığımızı göstermektedir. Bazı gazete manşetlerinde kadın imgesi hala “beden” demektir. Arka sayfadaki bir doğal felaket görüntüsü küçük bir çerçeve içinde yer alırken, hemen yanında yer alan kadın bedeni görüntüsü, onun beş katı büyüklüktedir.
Toplumun yazılı olmayan kurallarına yüzyıllardır sızan kadınla ilgili hatalı inanışlar, onu toplumsal yaşamda geri plana itmiştir. Bu, kadının çoğul özelliklerinin zamanla göz ardı edilmesine yaramıştır. İstatistikler söylemektedir ki; ülkemizde 15-40 yaş arası birçok kadın kanser, trafik kazaları ve sıtma yerine toplumsal cinsiyet kökenli şiddet nedeniyle ölmektedir veya yaralanmaktadır. Her 3 kadından biri dövülmekte, cinsel ilişkiye zorlanmakta veya taciz edilmektedir.  Kadın kurbanların yüzde 70’i eşleri ya da erkek arkadaşları tarafından öldürülmektedir. Bu rakamlar aynı zamanda şunu göstermektedir ki; toplumda ruh sağlığı bozuk insan sayısı azımsanmayacak düzeydedir. Aile içi şiddet uygulayan erkeklerin tümünün eğitimsiz olduğu savı da geçersizdir. Kimi zaman eğitimli bir erkek, sosyal yaşamında kadın haklarını hararetle savunurken, evinde karısına şiddet uygulamaktadır. Üstelik bunun gerekçesini de eşinde o anda buluverdiği bir kusura yüklemektedir.
Yapılan yanlış tutumlardan birisi; kadına yakıştırılan tek geleceğin evlilik yaşamı olarak görülmesidir. Kız çocukları erken yaşlarda evlendirilmektedir. Onlar karşılaştıkları olumsuzluklarda da baba ocağına geri dönmemeye koşullandırılmaktadır. Böylece onların herhangi bir şefkat ortamına sığınma şansı da ellerinden alınmaktadır. Bu şekilde kadını beden olarak gören zihniyete fırsat doğmaktadır. Kimi zaman konumu değişip ona “kuma” denmektedir. Her türlü duygusal işkenceye maruz kalmaktadır.  Bazı törelerde, onun gerek kendi isteği ile gerekse bir tecavüz ile evlilik öncesi cinsellik yaşaması toplum dışına itilme ve aile yakınları tarafından öldürülme sebebi olmaktadır. Burada erkeğin evlilik öncesindeki cinsel geçmişi asla dikkate alınmamaktadır. Sonuç olarak, vicdanın yok sayıldığı ve hoşgörünün tek cinse tanındığı bu yaklaşımlarda, kadın pek çok konuda günah keçisi ilan edilmektedir. Kadın evlilik çatısı altında yaşadığı olumsuzlukları sineye çekmekte ve çoğu zaman saklamaktadır. Evlilik yaşamında hayalleriyle örtüşmeyen pek çok olaya anlam veremediği gibi, çevresine anlatmakta da güçlük çekmektedir. Kimi zaman bulunduğu yerin hazır doğrularını kabullenip, öz güvenini yitiren bir bireye dönüşmektedir.
Ancak kadın her zaman karşı cinsten olumsuzluk görmeyebilir. Kadını kadına ezdiren yaklaşımların en üzücü örneği, gelin kaynana çatışmasıdır. Kadın, bazı geleneklere göre büyüğe saygı bağlamında kendisine zulmeden kayınvalidesine ve eşine bir tepki gösterememiş ve bu sorunlar onun ruh sağlığını bozmuştur.
Aile içinde yaşamsal sorumlulukların eşit olarak dağıtılmaması da kadının omuzlarına binen iş yükünü arttırmıştır. Bu durum erkeğin lehine gerçekleşmiştir. Çocukların yetiştirilmesi kadına yüklenmiştir. Onun yetiştirdiği çocuklar da aynı olumsuzluğu devam ettirmişlerdir. Bu durum ne yazık ki, kız çocuğunu erkek kardeşe hizmet eden konuma getirmiştir. Kadının geri plana itilmesi onun miras dağılımından da eşit yararlanmasını engellemiştir. Örneğin; genelde mülkün hası oğlana, daha kötüleri ise kıza verilmiştir.
Kadın doğmak, beraberinde ona geçmişten gelen toplumsal olumsuzluklarla doğmak anlamına da gelebilmektedir. Örneğin Sosyal davranışlarında kötülülüğün odağı olma korkusu ile sınırlanmak (taciz, tecavüze uğrama korkusu vb), sermaye tuzaklarına düşmekten korkmak, dışlanma hissi gibi… Kız çocuğu doğuran kadına haksız yere damga vuran cehalet, kadının yaşamına zincirleme şekilde pek çok olumsuzluğu eklemeye devam eder. Tecavüze uğrayan kadını, tecavüzcüsüne ödül olarak verir. Bunu da töre ile yapar. Asıl suçlu kolayca aklanırken, mağdur kadın bu durumu yazgı olarak yaşamaya mahkûm edilir. Bu durumda kadının kendisini güven içinde hissettiği ortamla karşılaşması, ancak şans işidir.
Toplumda kadını ezen yaklaşımları kınamak gerekmektedir. Ruh sağlığı bozuk eş, baba ya da erkek kardeşin, yakınındaki kadına uyguladığı şiddet ile sakinleşme çabasını görmezden gelmek, dinmeyen toplumsal bir yarayla yaşamak anlamına gelmektedir. “Karı koca arasına girilmez” düşüncesiyle şiddete göz yummak, seyirci ve duyarsız toplumun oluşmasına neden olabilmektedir. Yaygınlaşmaması gereken bu olumsuzluklara çözüm bulmak için kadının toplumsal saygınlığı konusunda yasa koyucuların duyarlı yaklaşımlarına da gerek vardır. Unutmayalım ki bir Türk atasözünde belirtildiği gibi; “Zulme rıza, zulümdür” 
İnsan hakları cinsiyet ayrımını tanımaz. Kadın da diğer cins gibi yaşamsal kararlarında özgür olmak ister. Dilediği insanla evlenme ve istediği düzeyde eğitim alma hakkına sahiptir. Kadınlara haklarının öğretilmesi de önemli konular arasındadır. Bir kusuru nedeniyle şiddete uğradığını düşünen kadınlar ne yazık ki hala fazladır.  Onların bu haliyle çağdaş yaşama katkıları tartışma konusudur.
Her zaman mükemmellik beklenen insan cinsi yine odur. Pek çok sorumlulukla baş etmeye çalıştığı sırada, görünüm olarak da dört dörtlük olması dile getirilir. Bu bakış açısı da kimi zaman eşi tarafından itilmesine ve kendisini yetersiz hissetmesine yol açabilmektedir. Belki de bu yüzden yanlış diyet yapar, yaşamı bir dramla son bulur ve gazetelerin üçüncü sayfasına yerleşir.
      Sıralanan tüm bu olumsuzluklar toplumumuzda kadının iç dünyasında çöküntü yaratmakta ve onun özel ve sosyal yaşamını olumsuz yönde etkilemektedir Yasa koyuculara düşen önemli görevlerden biri, kadını kötülüğün hedef noktası olmaktan kurtaran yasaları acil olarak çıkarmalarıdır. “Kadın Sığınma Evleri” arttırılmalı ve bunlar uzman insanlar tarafından yönetilmelidir. Okullarda gençlere sosyal ve kültürel faaliyetler yardımıyla çağdaş insan çizgileri tanıtılmalıdır. Gençliğe yönelik edebiyat eserlerinde ve dizilerde erkeği kahraman, kadını ise ev hanımı gösteren geleneksel yaklaşımlardan vazgeçilmelidir.  Bunların yerine, saygı ve sevginin ürünleri olan nezaketin ve paylaşımın aile ortamında sağlanmasının, insan yaşamını nasıl huzurlu kıldığını gösteren yapıtlara yer verilmelidir. Yazılı ve görsel basında şiddet haberleri yanı sıra çağdaş yaşamı destekleyen örnek haberlere de yer verilmelidir.
Sonuçta Ulu Önder Atatürk’ün şu sözlerini akıldan çıkarmamak gerekiyor: “Bir toplum, bir millet, erkek ve kadın denilen iki cins insandan meydana gelir. Kabil midir ki bir kütlenin bir parçasını ilerletelim, diğerine müsamaha edelim de kütlenin hepsi yükselme şerefine erişebilsin? Mümkün müdür ki bir topluluğun yarısı topraklara zincirlerle bağlı kaldıkça diğer kısmı göklere yükselebilsin?”
Tüm bu anlatılanların ışığında denilebilir ki; kadın ve erkek, yaşama döşenen raylara benzer. Aynı hizada bulunduklarında, yüklendikleri tren sadece mutluluk taşır.
 Kezban ŞAHİN TAYSUN
Güncel Sanat Kültür, Sanat ve Edebiyat ve Dergisi/ Temmuz- Ağustos 2011/ sf:10-11


23 Mayıs 2012 Çarşamba

GÜNCEL SANAT DERGİSİ - SAYI 18 - MAYIS HAZİRAN 2012

GÜNCEL SANAT DERGİSİ - SAYI 18 - MAYIS HAZİRAN 2012

GİDİŞ O GİDİŞ – M. MUSTAFA KILINÇER
KAYGUSUZ ABDAL – ŞAHİN KARAMAN
ŞARKI – SAFİYE GÖKTEPE
SONSUZ SEVGİLER – NERVE VURDUM
KAVŞAK – ASİMA SADIKOVİÇ
HAYATINA ŞANS VER – GÜLŞAH KILIÇ
BİR DİYECEĞİM VAR SEVGİLİM – LEYLA ASAN
GÖZYAŞI – ADNAN SUNGUR
SİYAH BEYAZ FOTOĞRAF VE … - ŞÜKRAN KARA
GÜL GÜZELİ – KEZBAN Ş. TAYSUN

VAVEYLA – SONGÜL ÇELİK
ACITAN ÖDÜL – İSMAİL BİÇER
SEYREK DÜŞLER OTELİ – UĞUR SARICAN
YALNIZLIĞIN KARAKUTUSU – MURAT YAZICI
YANLIŞ PEDAL – ZEKİNE DÜNDAR
VALS – RUHSAN İSKİFOĞLU
OLTAYA SEVDALI BALIKLAR – DİDEM ESEN
UMUT ÇAVLANI – S. BUĞRA BIÇAK
DÖNÜŞ – FERHUNDE SEVER
ESKİ’TENDİ ŞEHİR – ALPER AKDENİZ
KOZMİK ODA – HANDAN KOCAK
PENCERE KUMRULARI – M. SUAT GÜLŞEN
GÜNE UYANMAK – AHMET SARAÇOĞLU
ÇINAR – SELMANAZ GERİDÖNMEZ
MAVİ VE PEMBE – AYFER İLGİ
GİTTİN – BERDAR DOĞAN
BİLGİLOJİ – HAZ. ÖNDER GÜNEY
DEDEM KEYFİ KIRINCA – MEHMET ÖNDER
FAKAT – MARSİLDA BALLA
PİCASSO İLE İLGİLİ BİR KİTAP – AYDIN KARAHASAN
ÖGÜT – ÇEV: VAHİDE BAYIR
İKİ BUÇUK YAŞINDA – CEMAL ÇELİK
YAŞAMA SEVİNCİ – FATOŞ KAYALIBAY
ADİL YAKUBOV’UN İTİKADI – BABAHAN M. ŞERİF
FOLKLORDA KEMİKLE İLGİLİ … - RANA EGEMŞUKUROVA
ERKİN AZAMOV’UN SAATİNDE – SAFARALİ KURBANOV
FELSEFİ-ENTELEKTÜEL – BEHZOD FAZLIDDINOV
YAZAR SOSYOPOLİTİK… - K. SAİDE BEKÇANOVNA
A. BAYTIRSUNOĞLU’NUN… - U. O. ERKINBAYEV
BÜYÜME SEN KÜÇÜK KIZ – DİLAVER ATILGAN
KIZ KULESİ’NDEN DENİZE – NEVİN AKBULUT
DÖRTLÜKLER – S. PANCAROĞLU
MENDİLİM YERE DÜŞTÜ – ÖMER KEMİKSİZ
TUVA EDEBİYATINDA… - ÇEV. MARGARİTA KUNGAA
BİR BOSNA-HERSEK GEZİSİ – ARSLAN BAYIR
İNCİRGEDİĞİ’NDEN YETİŞEN – M. D. BABACANOĞLU
KAYGUSUZ ABDAL – MEHMET YARDIMCI
CÜMLE (K)ALEM – CANZU US YAZICI
ORUÇ BAB’DAN AFORİZMALAR – Ö. FARUK HUSMULLU
HÜCRE – GÜLTEKİN ÖZCAN
HÜMANİZM – DURAN SARPER
ÖYKÜ VE ŞİİR YARIŞMASI

  
GÜNCEL SANAT DERGİSİ 2. KAYGUSUZ ABDAL ŞİİR VE ÖYKÜ YARIŞMASINDA DERECEYE GİRENLER:
GÜNCE SANAT DERGİSİ 2. KISA ÖYKÜ YARIŞMASINDA DERECE ALANLAR:
Akdeniz Öykü Ödülü: “Gidiş O Gidiş” öyküsüyle Mahmut Mustafa Kılınçer ve “Sonsuz Sevgiler” öyküsüyle Merve Vurdum.
1.lik Ödülü: “Hayatına Şans Ver” öyküsü ile Gülşah Kılıç.
2.lik Ödülü: “Siyah Beyaz Fotoğraf” öyküsü ile Şükran Kara
“Gül Güzeli” öyküsü ile Kezban Şahin Taysun.
3. lük ödülü: “Acıtan Ödül” öyküsü ile İsmail Biçer
“Yalnızlığın Karakutusu” öyküsü ile Murat Yazıcı.
“Yanlış Pedal” öyküsü ile Zekine Dündar.
Güncel Sanat Ödülleri: “Oltaya Sevdalı Balıklar”öyküsü ile Didem Esen,
“Dönüş” öyküsü ile “Ferhunde Sever”
“Kozmik Delik” öyküsü ile Handan Koçak,
“Pencere Kumruları” öyküsü ile M.Suat Gülşen
Seçici Kurul ödülleri: “Çınar” Selmanaz D. Geridönmez.
“Mavi ve Pembe” öyküsü ile H. Ayfer İlbi.
“Dedem Keyfi Kırınca” öyküsü ile Mehmet Önder arasında alınan eşit puanlar gereği paylaştırılmıştır.
Güncel Sanat Dergisi
GÜNCEL SANAT DERGİSİ 2.KAYGUSUZ ABDAL ŞİİR YARIŞMASINDA DERECEYE GİRENLER:
Kaygusuz Abdal Ödülü: “Kaygusuz Abdal” şiiriyle Şahin Karaman
1.lik Ödülü: “Bir Diyeceğim Var Sevgilim” şiiriyle Leyla Asan
2.lik Ödülü: “Vaveyla’ şiiriyle Songül Çelik
3.lük Ödülü: “Seyrek Düşler Oteli” şiiriyle Uğur Sarıcan “Umut Çavlanı” şiiriyle Saltuk Buğra Bıçak.
Güncel Sanat Ödülleri: “Eski'tendişehir” şiiri ile Alper Akdeniz, “Vals” şiiriyle Ruhsan İskifoğulu.
Seçici Kurul ödülleri: “Güne Uyanmak” şiiriyle Ahmet Saraçoğlu,” Sonsuz Sır” şiiriyle Hilal Erboyacı
“Gittin” şiiriyle Berdar Doğan, arasında eşit puan aldıkları için paylaştırılmıştır.
Güncel Sanat Dergisi
***

15 Mayıs 2012 Salı

Sisli Günler (öykü)




Bu tren istasyonunda ne işin var diye soracaksın.
Yanımdan biraz sonra gözlerle yüklü bir tren geçecek. Ama ben, önce dağarcığımdaki zaman rayında yol alan trenini durdurup, bir vagonunda seni bulacağım.
Nereden mi tanıyacağım senin vagonunu? Gözlerin trenin duvarında asılı acil yardım kolu gibi olacak. Durduruverecek treni. Bir fren sesiyle irkileceğim. Sen yılların içinden yürüyerek geleceksin.
İşte durdu bile tren. Çıktın işte karşıma, o günkü tavırlarınla.
Bacalardan duman tüten bir gündeyim. Soğuk ve yarı karanlık bir sabahın içindeyim. Ortaokul son sınıf öğrencisiyim. Önümü göremiyorum. Gölgeler birbirini ürkütüyor. Yoldan geçen insanlar sisin içinde saklanmak istiyorlar. Memleket darbe yemiş ve ardından ortalığı sessizlik kaplamış. Bir kaç gün sonrasında okullar açılmış. Öğretmenler her şey yolundaymış gibi gülümsemeye ve durumu olağan karşılamaya çalışıyorlar. Bu yapay sevimlilik içimi üşütüyor. “Darbe ne demek? Baskı altına alınmak?” ne demek, işte bu kavramları ben, Eylül darbesiyle değil, sizlerden öğreniyorum. Sen ve Filiz, benim için bu yönetimin görevlendirdiği muhafızlar gibisiniz.
Üzerimde yere kadar uzanan bir manto vardı. Kendimi uzaylı gibi hissediyordum.
“Evladım şuraya otur!” dedi öğretmen.
İki çift göz baştan ayağı süzdü beni.
“Yeni gelen arkadaşınıza yer açın bakayım!” dedi sonra yine öğretmen.
Sen “Öğretmenim biz zor sığıyoruz sıralara,” dedin hemen. Haklıydın. Çağla yeşili gözlerinden savrulan ışıklar yüreğime battı..
“Çocuğum, bütün sıralar üç kişi olmuş. İtiraz etmeyin! Koca sınıfta iki kişilik kalan sizin sıranız!” dedi öğretmen.
“Bir bu eksikti!” dedi yanındaki kilolu kız, homurdanarak.
İlk günümüz böyle başladı.
Sonraki günlerde Filiz ile aranızda beni hedef alan gülüşmeler ve alay etmeler başladı. Filiz sözcüğü belleğimde o zaman değişime uğradı. Önceleri inceliği çağrıştırırdı. Senin gözlerin hep doymayan bir merakla bakıyordu Deniz! Bu isim ise sonsuzluğu çağrıştırırdı bana. Gözlerindeki sonsuz merak, bu ifadeyle uymuştu aslında.
O yıl, yeni bir mahalleye taşınmanın bedelini bu şekilde ağır ödüyorum. Okula gitmek benim için gözlerinizin derinliğindeki sise takılmak ve içinde görülmez olmak gibi bir şey!
Bir gün, tahtada yazılanları okumaya çalışıyorum. Farkında değilsin; gözlerin üzerimde kalmış. Gerçekten de başka bir yaratıkmışım gibi hayretle bana bakıyorsun. Bir nefes uzaklığındaki bu bakışlar kurşun gibi deliyor onurumu. “Bakma artık!” diye çığlık atıyor ruhum. Fakat dile getiremiyorum. Yakınmayı bilmeyen bir çocuğum. Bir gün sabrım taşıyor. “Ne var? Niye bakıyorsun öyle!” diye soruyorum. Sen “Hiç!” diyorsun.
Müzik Öğretmeni Sinan Bey, korku müziği çalışması yaptırıyor bize haftalarca. Sonra birkaç kez konser veriyoruz. Fakat bir şey unutuluyor konserlerde. Biletlere “Yanınızda çocuk getirmeyin!”yazmamışlar. Birkaç çocuk konser sırasında korkudan koltukların altına saklanıyor ya da altına yapıyor. Konser sonrası dakikalarca gülüyoruz buna.
Resim dersinde çarpışan kollarımızla harika resimler çıkarıyoruz. Aslında çok yaratıcı bir çocuksun. Bazen gözlerin resim öğretmenimizin taktığı aksesuarların üzerindeki renklere yapışıyor. Ben bu zamanlarda gözlerinden kurtulmanın tadını çıkarıyorum. Sen renklere dalıyorsun! Sonra önündeki kâğıda dönüp gökkuşağı çiziyorsun.
Tiyatro oyunlarında mahkeme sahneleri kuruluyor. Sen ve ben beyaz giyinen oyuncuların arasındayız. Aydınlığı temsil ediyoruz. “Karanlık gidecek ülkeden, aydınlık gelecek!” diye bağırıyoruz yargılanan insanlara bakıp. Gözlerindeki sis bu aydınlık sözlerin içinde dağılıveriyor. Güvende hissediyorum kendimi. Böylece bu oyunda külkedisi konumundan çıkıyorum. Eşit oluyoruz. Kendimi çok özel hissediyorum. İlk defa Filiz ile sinsi kurgularınızın dışındaki bir oyundayım diye.
Bazı sınavlarda çok sıcak davranıyorsunuz bana. Üç kişi oluyoruz. Çoğalıyoruz sanki. Bitti artık bu işkence diye sevinirken, sevincim kursağımda kalıyor. Ödünç verdiğiniz kanatları geri alıyorsunuz hemen.
Bazen benimle mola saatlerinde okul bahçesinde geziyorsun. Bakışların candan bakıyor. Senin hakkında yanıldığımı düşünüyorum. Aslında yüreğin berrak gibi… Ama sonra bu yakaladığımız anlara ihanet edip Filiz’le sürdürdüğünüz işbirliğine dönüyorsun.
Aslında okulu bitirdiğime değil, sizden kurtulduğuma seviniyorum. Artık canı isteyince ortaya oturtulup sıkıştırılan, canı isteyince uca oturtulup itilen sıra arkadaşınız değilim. Kötü bir yıl sona ermiş. Keder sisleri ile bırakıyorum sizi zamanın o vagonunda.
Birkaç yıl sonra seni yolda görüyorum. Ayaklarım yönünü değiştirmekte geç kalıyor.
“Merhaba, seni gördüğüme sevindim” diyorsun. Gözlerin içtenlikle bakıyor. Sanki bir yıl boyunca bana işkenceler yapan çocuk değilsin. Birkaç sıradan cümleden sonra herkes yoluna devam ediyor.
İşte yıllar sonra sabah işe geldiğimde, yardımcı personel Bilgi İşlem Servisi’nden gönderilen bir yazıyı elime veriyor. Üzerinde bir not: “İngiltere’den yazıyorum. Ben Deniz Aydın, şirketinizde çalışan mimar Nihal Uslu Bilgin, benim ortaokul arkadaşımdır. Beni ilk anda hatırlamayabilir. Özel elektronik posta adresini bana iletirseniz sevinirim.”
Bu adı hatırlamakta çok zorlanmıyorum. Ama bu soyadın sana ait olduğundan emin değilim. Böylesi durumlarda insan en çok sevdiği ya da en çok nefret ettiği insanı hatırlayabilir, değil mi? Diğerleri zamanın hızı içinde kaybolurlar. Acılar ve sevgiler iz bırakır. Tam yirmi altı yıl geçmiş! Biraz düşündükten sonra o iletiyi yazanın gerçekten sen olup olmadığını doğrulama isteği duyuyorum. Sonrasının bana neler getireceğini kestiremiyorum. Sana bir ileti yolluyorum.
“Sen ortaokul son sınıfta bir sırayı paylaştığım, iki insandan biri olan Deniz’sin değil mi? Bana o okulun ismini söyler misin?”
Havada uçar gibi geliyor iletin posta kutuma: “Evet o Deniz’im ben. Esentepe Ortaokulu’ndan.”
İşte o an, keşke tanıdığım başka Deniz’lerden biri olsaydın diye düşünüyorum. Geçmişten fırlayan küflenmiş bir çivi batıyor yüreğime.
Sana yuvarlak sözcüklerle yaşamımı özetliyorum. Hemen gözyaşları içinde yazdığın yanıtın geliyor. Beni bulmak ve yazışmak seni nasıl mutlu ediyor; bunu hissedebiliyorum. Ardından ancak çok samimi bir arkadaşa açıklanabilecek sorularla karşılaşıyorum. İşte o anda duruyor kalemim. Bir hafta boyunca seni affedebilmek ve seninle bugüne bağlanabilmek için çaba harcıyorum. Ama silinmiyor beleğime yapışan çiğ bakışların! Yüreğimden çıkıp uçmuyor bıraktığın güvensizlik kabarcıkları. Yeni rüyalarımda uzanmaya çalışıyor kollarım sana! Acılarım, başka acılarla birleşip sağanak olarak yağıyor üzerime! Aynı hızla çekiliyor üzerinden ellerim!
Farkındayım; ne çok konuşmak istiyorsun yaşam okyanusunda karşılaştıklarımızın hayallerimizle örtüşmediğini. Benim birkaç gün önce düşlediğim gibi, tanıdık bir yüreğe değmeye ihtiyaç duydun.
Biliyorum sen de fark ettin, yaşamın acımasızlığını. Bir solucan gibi bölündüğünü fark ettin hayatın içinde. Hayat, keskin bir bıçak gibi göründü gözüne. Kimi zaman sevinçlerini ve umutlarını parçaladı. Kimi zaman da kederlerini ufaladı. Sonra hüzün kırıntılarını deneyimlerinle karıp yeni mutluluklar üretmeyi öğretti sana. Zamanın içinde bilinmeze yolculuğun sürerken, karşılaşacağın güçlüklere dayanman için cesaret ve sabır verdi. Bazen de bıçak sırtında sevinçlerin oldu. Onlar, bir gün elinden düşeceğinden korktuğun mutluluk selesi gibiydi.
İşte bugün yeniden ikiye bölündün Deniz. Üzgünüm seni ben parçaladım, bıraktığın izle.
“...Sevgili Deniz, seninle ilgili anılarımda ne yazık ki iyiler sınıfta kaldı. Seninle olan geçmişim bugüne köprü kuramıyor. Emin olduğum şey; bana zamanın geçtiğini ve değiştiğini söylesen de, bu; ruhuma yerleşmiş acıları silmeye yetmeyecek. Beni bir daha aramadığın surece daha huzurlu olacağımı düşünüyorum. Mutlu kal… Nihal.”
Yanıtın yine hızlı geldi. “…Sevgili Nihal o zaman çocuktuk. İnan yaptıklarımın hiç farkında değilmişim. Kin tutman beni çok üzdü. Şimdi annesiyiz ve evliyiz ikimiz de. Ne çok ortak noktamız var bak! Her şey geçmişte kaldı…” yazmışsın. Son satırında seninle görüşmek istememin nedenini, senden birkaç yıl fazla eğitim görmem olarak düşünmüşsün. Benim, seni artık beğenmediğime inanmışsın.
Demek ki kötülüğe uğrayan, yaşadıklarını kötülüğü yapandan daha kolay hatırlıyor.
Hala farkında değilsin Deniz, karşılaştığın bu mesafeyi ben koymadım aramıza. Bunun nedeni kin değil, yüreğimde seninle ilgili arayıp da bulamadığım sevgi kalıntısı.
İş çıkışında karşılaştığım akşam karanlığı, yüreğimdeki sisi yutup gitmiyor ama Metro treni hızla alıp götürüyor beni evime ve sevdiklerime.
Anlıyorum ki yüreklerde istasyon olabilmek, ayrıcalık yaratıyormuş!
Kezban ŞAHİN TAYSUN

Özgür Pencere Edebiyat ve Sanat Derneği Tematik Forumunda “Sis” konusunda 2007 yılı Kasım ayı öyküsü seçildi.
Özgür Pencere Edebiyat ve Sanat Derneği Edebiyat ve Sanat Dergisi/ 2008/ Sayı:18/ s.51–52

10 Mayıs 2012 Perşembe

tüy gibi (şiir)


var mıydın sen dünyada feride?
gözlerin huzura açıldı mı sabahları?
soluğun karıştı mı hiç dalgaların serinliğine?
ağaçların esintisiyle sallandın mı?

var mıydın sen dünyada?
sildiğin camlarla alkışlanıp
kurduğun sofralarla anıldın mı?
çıktı mı karşına adamakıllı insan?
yoksa hep keder mi birikti göz kapaklarına?

var mıydın sen dünyada?
sevdin mi? sevildin mi?
hayallerinin akıntısında gezindin mi?
yüreğinin penceresindeki çiçekleri açtırdın mı?
dikenleri sıyırıp kokladın mı aşk güllerini?

omzuna yüklediklerinle ağırlığınca altın olsan da
evrenin sessizliğini mutlu ıslığınla bozamadan
pencereden tüy gibi uçan
sokak ortasında cansız yatan
sen olamazsın!
beş çocuk annesi feride!
bakabildin mi hiç dünyaya kendi pencerenden?
var mıydın sen dünyada?

kezban şahin taysun
29 ağustos 2007, izmir

Güneşi Öpmek İçin/ Hazırlayanlar:  Arzu K. Ayçiçek - Zübeyde Seven Turan/ Kum yayınları/ Haziran 2011/ s.101

EKYAZ (Egeli Kadın Yazarlar)'ın desteği ile hayata geçen, Zübeyde Seven Turan ve Arzu K. Ayçiçek'in hazırladığı "Kadından Barışa" temalı, 105 kadın yazar ve şairin katılımıyla oluşan, barışa adanmış şiir ve şirsellerin bir araya geldiği ortak kitap “Güneşi Öpmek İçin”… Şiddete hayır, barışa evet diyen kadın yazar ve şairlerin kelimeleriyle seslerini yükseltmeleri. 


Ege'li Kadın Yazarlar Platformu ve Kum Yayınları işbirliği ile sizlerle…

105 Kadın -- Güneşi Öpmek İçin  "Kadından Barışa"

Şiirler----

Arzu K. Ayçiçek, Arife Kalender, Arzu Karadağ, Aslıhan Tüylüoğlu, Asuman Susam, Aydan Yalçın, Aydanur Saraç, Aysel Güntürkün,Aysel Korkut, Ayşegül Tercan, Ayten Mutlu, Azime Akbaş Yazıcı, Belma Alper, Betül Dünder, Betul Tarıman, Betül Yazıcı, Bilge Öngöre, Bilsen Başaran, Cigdem Sezer, Dilruba Nuray Erenler, Duygu Kankaytsın, Ece Ürkmez, Emel İrtem, Emel Kayın, Eren Aysan, Fatma Akilhoca, Fatma Aras, Fatma N. Yılmaz, Filiz Gülmez, Gonca özmen, Gülderen Canyurt, Gülseren Engin, Gülsüm Cengiz, Gülsün Işıldar, Gülten Akın, Gülümser Çankaya, Güzin Oralkan, Halide Yıldırım, Harika Külçür, Hilal Karahan, Hülya Deniz Ünal, İkbal Kaynar, İlkiz Kucur, Kezban Şahin Taysun, Medine Sivri, Melahat Babalık, Melek Özlem Sezer, Melisa Gürpınar, Melodi Zerrin Yalım, Mine Ömer, Nazmiye Demiroğlu Alkışlar, Nedime Köşgeroğlu, Neriman Cahit, Neriman Calap, Nesrin Kültür Kiraz, Neşe Yaşin, Nevin Konuk, Nilay Özer, Nilüfer Altınkaya, Nurduran Duman, Nükhet Hürmeriç, Oya Uysal, Ömür Olgundemir, Özge Kocatürk, Özlem Tezcan Dertsiz, Pelin Onay, Perihan Baykal, Ruhan Mavruk, S. İclal Tiryaki, Saime Bircan, Seçil Özcan, Sedef Kandemir, Sennur Sezer, Serap Erdoğan, Serap Telöz, Sevim Yazar, Şenay Çağıran, Şükran Kozalı, Tülay Akarsoy Altay, Tümay Çobanoğlu, Türkan Yeşilyurt, Zehra Çam, Zerrin Taşpınar, Zeynep Kurada, Zeynep Uzunbay, Zübeyde Seven Turan

Şiirseller-----

Ayşe Yamaç, Çiğdem Ülker, Emel Denizaslanı, Emine Azboz, Emine Cin, Esengül Kutkan, Esra Odman, Gönül Çatalcalı, Gülseren Mungan, Gülten Özder, İncila Çalışkan, Meltem U. Ruscuklu, Nalan Yılmaz, Neşe Karel, Nevzat Süer Sezgin, Oya Uslu, Raşel Rakella Asal, Sultan Su Esen, Zehra Ünüvar






Saniye'nin Kayıp Güvercinleri (öykü)



İçimdeki boşluğu nasıl anlatabilirim ki! Burada şimdi olmayan o evi, odunları kılçık gibi ayrılıp bir kenara üst üste yığılmadan önce, son kez o gün görmüştüm. Hayatım boyunca pek çok yıkıntı ve döküntü ev görmüştüm ama hiç birinin yıkımı beni bu kadar yaralamamıştı. Belki de bunun en büyük sebebi onun yazgı olarak bir ikizinin bulunmasıydı.
O gün birkaç güvercin havada kanat çırptı. Kapının önünde onu görür gibi oldum. Elindeki süpürgeyle kuş pisliklerini süpürüyordu. Yazmasından taşan sarı saçları uçuştu. Belleğimdeki bu resim boşluğa iade olurken, yerini havada uçuşan sarı yapraklara bıraktı. Lacivert bulutlar gökyüzünde yürüyen halıya dönüştü. Boğazıma saplanan hıçkırığı ve kirpiklerime sızan acıyı dindiremedim. İğde ağaçlarıyla ünlü köyümdeki bu iki katlı ahşap ve kerpiç karışımı ev, ne içliydi öyle! Bu binanın gözyaşlarını hissedebiliyordum. Onun yüzündeki ifade çok şey anlatıyordu. O terk edilmekten ve içinin boşaltılmışlığından yakınıyordu sanki. Gidenlere sitem ediyordu.  Onlar giderken ruhunu da alıp götürmüşlerdi. Saniye için de böyle değil miydi? O’nun da gerçek ölüm tarihini kimse fark etmedi. O günden sonra,  ondan kalanlar da aynıydı; hüzün akan gözler ve boş bir gövde.
 “İçeri girmek istersen, işte anahtar,” dedi babam.
 “Evet, gireyim baba,” dedim.
Anahtarı aldım ve küflü göze yerleştirdim. Yıllar önce bu binanın pencerelerinde çeşit çeşit çiçek saksıları olurdu. Dantel perdeler rüzgârda uçuşurdu. Kapıya yakın dut ağacının altındaki sedirin üzerinde köy kızları kahkahalar atarak çeyiz yaparlardı. “Kız senin desen daha güzel oldu! Ver bakayım şu örtüyü, saklama!” derdi kızlardan biri. Onlar hayallerini de bu desenlerin üzerine işlerlerdi.
 Burası aynı zamanda, yıllar önce Saniye’nin başında pullu al örtüyle Muzaffer’e kır atın üzerinde gelin geldiği evdi. Annemden duymuştum onun düğününü.  Güya çok büyük bir aşk varmış aralarında. Bu arada Muzaffer’e gönül düşüren pek çokmuş köyde; Binnaz gibi. Saniye sevdiğini kimseye kaptırmadan gelin olduğu o gün, “Sanki içimde güvercinler var. Onlar kanat çırptıkça ben de uçuyorum.” demiş. 
Bu evin mutfağında un helvası kavrulduğunda, bitişikteki dedemin sönük evine mutluluk kokusu gelirdi. Evin küçük kızı Aynur, avludan seslenirdi hemen; “Arkadaşım gel, sana da vereyim helvadan,” derdi. O, on beşinde uzak bir köye gelin gittiğinde, onu bir daha göremeyeceğim diye günlerce ağlamıştım. Aslında o evlenmekten daha çok, okuyup öğretmen olmak istiyordu.
İlginç ki; babamın da benzer hayalleri olmuştu. İlkokul günlerinden kalan yırtık pırtık haritaları hala saklardı. Ailesi erken yaşlarda ölmemiş ve o hısım akraba yanına kalmamış olsaydı, belki de bugün iyi bir coğrafya öğretmeni olacaktı. Köyde “Kız kısmını okutup da ne olacak!” diyenlere kulaklarını tıkamayı öğrenmişti. Annem şehirde bizi okutmakla uğraşırken, o kayınpederinin evinde sığıntı olmayı dert etmiyordu. Şehre indiği günlerde giysileri toprak kokardı. Üvey anneannem Sedife Nine, pişirdiği yemekleri babamın başına kakardı. Babam sonraları evimizin aşçısı olacağından habersiz, tüm olanlara inat,  evin üst katındaki odasında küçük tüpün üzerinde yemek yapar olmuştu.
Yazları köye vardığımız ilk gün Sedife Nine kedilerine davrandığı gibi sevecen ve kibar davranırdı bize. Hemen avludan tuttuğu bir tavuğu ya da kazı keserdi. Hayvanın tüylerini hızla üterdi. Ardından köy pınarında iç organlarına kadar hayvanı iyice yıkardı. Pınara su doldurmaya gelenlere “Torunlarım geldi.” diye sevinç gösterisi yapardı. Diğer günlerde de onun gözlerinde sevgi ışıltısı arardık. Ama o bir bahane bulup bizi mutlaka azarlardı. Bağıracak kimseyi bulamadığında da avludaki kazları tekmelerdi.
Gökyüzü gürlemeye başladı. Titredim. Biraz zor olsa da anahtarı çevirdim. Kapı gıcırdayarak açıldı. Derin bir boşluk hissi, tüm ruhumu kapladı. Sessizliğin sesinden ürperdim. Dedem bu eve iyi ki sahip çıkmıştı. O’nu yıllar önce kaybetmiştik. Bence o öbür dünyada kesin cenneti hak etmişti; ikinci karısına gösterdiği sabırdan ötürü. Sedife Nine, dördüncü evliliğini yaparak köyden ayrılmıştı. O’nun yeni kocasına acıyarak bakmış ve içimizden sabırlar dilemiştik. O’nun gidişi bizi bayram çocukları gibi sevindirmişti. Artık o evde, hiç birimiz sığıntı olmayacaktık!
Yıllar geçmişti. Üç kız kardeşim ve ben üniversiteyi bitirmiştik. Ben mimar olmuştum. Her iki ev anneme aitti artık. Babam kızları işe güce ve çoluk çocuğa karışınca, yaşadığı ortamı değiştirip köyde yaşamak istiyordu. Dedemin evini yeniden düzenlemek için benden çizimler istiyordu, tasarımlarımı mutlulukla ve özenle uyguluyordu. Komşu Muzaffer amcanın evini ortadan kaldırıp yerine makine ambarı yapmak istediğini söylediğinde, kendimi kaybetmiş olmalıyım ki avazım çıktığı kadar bağırmıştım ona; “Hayııırrrrrrrr, bunu yapmazsııııııın!” diye.
Aslında işin gerçeği o gün buraya o binaya hoşça kal demek için gelmiştim. Bu evden ayrılmanın güçlüğünü, orada uzun süre yaşamış ev halkı kadar derinden hissedebiliyordum. Belki de köyde kendimi huzur içinde hissettiğim tek yerdi o ev. Oysa şimdi hayatın bana öğrettiklerinden sonra, orada da pek çok acı olayın yaşanmış olduğunu tahmin edebiliyorum.
Kaynanası Saniye’ye kısır deyip, onun üzerine Binnaz’ı getirttiği gün, Saniye’nin içindeki güvercinler özgürlüğüne kavuşmuştu. Binnaz’ı al örtüyle atın üzerinde getiren düğün alayı, o gün Saniye’nin gözünde azılı ruh hırsızına, kocası ise hayal hırsızına dönüşüvermiş. Kadınlığını, onurunu ve umutlarını ortalığa saçılmış gibi hissetmiş. Bundan sonra kendisini, iki ayaklı bedenini toprağa vereceği günü sessizce bekleyen bir yaşam mahkûmu gibi görmüş.
Annem, üvey annesinden zılgıt yediğinde elimden tutarak, doğru Saniye’nin yanında alırdı soluğu. Saniye de canı sıkıldığında bize gelir, ortağının taklidini yaparak rahatlardı. Bu sırada onun karşısındakini ansızın güldürüveren sözcüklerini duymaktan haz alırdım. “Yine mor fistanının düğmesinin birini açmış, sokulmuş Muzafferime, ben de çorbasına acı biber koydum, taaa gözleri yaşardı, gebersin fettan!” demişti bir gün. Saniye, Binnaz’ın çocuklarını kendi çocukları gibi yüreğine basmıştı ama Binnaz’ı bir türlü sevememişti. Binnaz da onu! O da Saniye’yi hep bir gölge olarak görmüştü etrafında.
Attığım her adımla bir, ortaya çıkan tahta gıcırtılarından ürktüm. Binanın duvarlarının üzerime göçme ihtimali vardı. Dışarıda yağmur yağmaya başladı. Ayaklarım beni Saniye’nin odasına götürdü. O’nun özenle doldurduğu çeyiz sandığının yeri, tıpkı diğer eşyaların yerleri gibi boştu. Belleğim onu hıçkırıklar halinde bulduğum o güne götürdü. Aynur’la oynamak için ara kapıdan onların avlusuna geçmiştim. Kara bir kazan avlunun ortasında kaynıyordu. Burnuma kirli çamaşır ve kil kokusu çabuk ulaştı. Binaya girdim. Odalar boştu. İkinci kata çıktım. O’nun kapısının aralık olduğunu gördüm. Sedire oturmuş, sırtını duvara dayamıştı. Elinde bir şey vardı. Kapıyı hafifçe araladım. Beni fark etmedi. Daha dikkatli bakınca elindeki şeyin; fil desenli kanaviçe işlemeli bir yastık örtüsü olduğunu anladım. Kırışık örtüyü gözyaşlarıyla epey ıslatmıştı. Onu durmadan kokluyordu
Ben o eve vardığımda, doğruca Muzaffer amcanın oturduğu odaya koşardım. O beni hemen yanına oturtur ve okulumu sorardı. Karne parası diye elime birkaç kuruş sıkıştırırdı. “Gel bakalım büyümüşsün sen. Hadi oyna şu “Elmaların Yongası” türküsünde de bir görelim seni!” derdi. Aynur’la beni odanın ortasına alır, oynamalarımızı seyreder ve alkış tutardı. Sonra Aynur’la hızımızı alamaz avluya koşardık. Bizi kahkahaya boğacak başka şeyler bulup, içimizdeki yoğun enerjiden kurtulmaya çalışırdık. Biz çıktıktan sonra kaseti değiştirirdi; “Sevemedim kara gözlüm...” gibi üzüntülü şarkılar çalardı.
Her taraf örümcek ağıyla kaplıydı. Onca insan nereye gitmişti? Muzaffer amcanın ailesi ve televizyon seyreden komşular… Geniş hol pek çok odaya açılıyordu. Bu sefer ayaklarım Muzaffer amcayı son kez gördüğüm odaya götürdü beni. İşte o zaman sessizlik bozuldu ve içerdekiler konuşmaya başladı. O yatağındaydı. Duvara dayalı fil desenli yastığa kafasını dayamıştı. Pek çok insan onun başında bekliyordu. Beni görünce iri dudakları yana yayıldı. Bu durum çok sürmedi. Ağlamaya başladı. Çok geçmedi. Bir kahkaha nöbetine girdi. Kahkahaları ve ağlamaları sürekli yer değiştirdi. O’nun varlığımı algıladığını, bana yönelmiş sevgi dolu bakışlarından anlıyordum. Birkaç gün sonra onun felç olduğunu duydum.
Bir gün o evden yine helva kokusu geldi. Yüreğimiz burkuldu. Annemle hemen oraya koştuk. Yine aynı odadaydık fakat Muzaffer amca yerinde yoktu. Ev kalabalıktı. Şalvarlı kadınlar yerde bağdaş kurmuş, okunan dualara âmin diyorlardı. Sofralar kuruluyordu. Avludaki kazların çoğu kesilip pişirilmişti. Yer sofrasına yeni bir çanak konuluyordu, ardından boş olanı alınıyordu. En son önümüzden çekilen çanaktaki tek parça kaz etinde herkesin gözü kaldı. Şaşkındım. Yüreğim yanıyordu. Tek bildiğim bu evin artık eskisi kadar gözüme huzurlu görülmeyeceği idi. Aynur ve kardeşleri ağlıyorlardı.  Binnaz ve Saniye,  odada kendilerine bir köşe bulmuşlardı. Her ikisinin de alnında sarılı bir yazma vardı. En çok bağıran sanki Saniye’ydi. O kocasına sağken söyleyemediklerini, şimdi kimseye aldırmadan haykırıyordu; “Yaşayamadığım, ilk göz ağrım nereye gittin!”
Sonradan duyduğuma göre; Saniye kocasının ölümünden sonra akrabalarının yaşadığı başka bir köye taşınmış. Bir daha hiç evlenmemiş. Saçları ırgatlık yaparken erken ağarmış. Son günlerinde üç kuruşa muhtaç günler geçirmiş. Bir gün köylüler onu ortalıkta göremeyince, merak edip evine varmışlar. Sonrasında gördüklerine inanamamışlar.
Binanın boyası dökülmüş ahşap kapısını kapatırken, aslında dağarcığımdaki o evdeki kapıların hep açık kalacağını biliyordum. Bu ev her anımsayışımda yüreğimi hem aydınlatacak, hem de bir o kadar karartacaktı.
Yıllar sonra, babama çok şey borçluydum. Aldığım eğitim sayesinde, yaşam bana ters döndüğünde, onun rüzgârını istediğim yöne çevirebilirdim.
Yağmur durmuştu. Beni kapıda bekleyen ihtiyar babama sıkıca sarıldım. Islak bir güvercin kafama pisledi.  Babam, cebindeki mendili bana uzatırken, “Uğurdur,” dedi. Güldük.  Anahtarı ona geri verdim.  “Yeter ki burası yıkılırken, ben görmeyeyim baba!” dedim. Saniye’yi odasında yalnız buldukları o an’a gittim. Dağarcığıma yaşamın vicdansızlığını çeken o sabır taşının heykelini diktim.
Köylüler akşam alacakaranlığında Saniye’yi yatağında yatar vaziyette, yazması çenesinin altından geçirilerek başının üstünde sıkıca bağlanmış halde bulmuşlar. Gözleri cansız biçimde tavana bakıyormuş. Anlaşılan o ki; o öleceğini önceden hissetmiş ve bulunduğunda ağzı açık kalmasın diye, yazmayı kendisi bağlamıştı. Biliyordum ki bu süreçte o, kayıp güvercinlerine kavuşmayı sabırsızlıkla beklemişti.

Kezban ŞAHİN TAYSUN
(*)Özgür Pencere Edebiyat ve Sanat Derneği Kadın Öyküleri Yarışması (2009) Başarı Ödülü

8 Mayıs 2012 Salı

"Anne Gözüyle Ev" Konulu Öykü Yarışması 2012


SEYREK ANAM EVİ ÇALIŞMA GRUBU ÖYKÜ YARIŞMASI (2012)

ÖYKÜ YARIŞMASI KOŞULLARI

Genel Koşullar

1) 2012 Yılının Konusu, “Anne (Kadın)Gözü ile Ev (Evim) “ dir.
2) Yaş, ülke, uğraş, cinsiyet gözetilmeksizin dileyen herkes katılabilir.
3) Komşu ülke (ler)den katılacaklar, ürünlerini kendi dillerinde gönderebilirler.
4) Bilgisayar ortamında (Times New Roman, 12 punto, 1,5 satır aralığı ölçüleriyle) yazılacak.
Ayrıca öykülerin uzunluğu 3 sayfayı geçmemelidir.
5) Onbeş kopya olarak hazırlanacak öyküler ayrı ayrı sol üst köşesinden zımbalanmalıdır. Her
katılımcı bir öykü ile yarışmaya katılabilir. Birden fazla öykü gönderenlerin dosyaları değerlendirmeye alınmaz.
6) Öykülerde açık ad ya da imza kullanılmamalı, üç rakam ve üç harften oluşan (örneğin "942İYS" vb.) bir rumuz yazılmalıdır. Öykücünün “adı, soyadı, adres ve telefonları, yaşam öyküsü, katılımcının fotoğrafı Öykünün CD’si ile birlikte ayrı bir zarfa konmalı, öykülerde kullanılan rumuz bu zarfın üzerine de yazılarak zarf kapalı olarak aynı zarfın içine konulmalıdır.
7) Öykü Yarışması için son katılım tarihi, 31 Aralık 2012’ dir.
8) Dereceye giren ve övgüye değer bulunan öyküler, Seyrek Anam Evi Çalışma Grubu’nun kültür yayını olarak bir kitapta toplanacaktır. Bu yapıt 1000 adet bastırılacak; dereceye girenlere, yarışmaya katılanlara 23 Nisan 2013 Ekim Çocuk Bayramımızın arkasından gelen cumartesi ve pazar günü Öykü Günleri şeklinde kutlanacak ve okurlara armağan edilecek, ayrıca kütüphane ve kitaplıklara, basına ulaştırılacaktır.

Başvuru;
Öyküler;
Yılmaz Sunucu
Öykü Yarışması Genel Yönetmeni
PK:66 Bornova / İZMİR adresine PTT ile gönderilmelidir.

Ayrıntılı bilgi için:
Tel: 0(536) 330 62 62 - 0 543 290 62 62 Fax: 0(232) 445 63 67 ve
E-posta: yilmazsunucu@mynet.com , duyurular için www.yilmazsunucu.com ve
www.usakbilgibankası.com sitesinden geçmiş yılların görüntülerine ulaşabilirsiniz.

2012 Yılının Seçici Kurulu (Soyadı sırasına göre):

1- Doğan ERSOY - Didim Sanat Galerisi Sahibi, 2- Prof. Dr. Ergül ERSOY - Didim Sanat Galerisi Yönetmeni, 3- Dr. Hakan TARTAN - Gazeteci Yazar (İzmir Konak Belediye Başkanı), 4- Kezban ŞAHİN TAYSUN - Araştırma Mühendisi - Yazar 5- Ayten NAZA - Öğretmen ve 6-A.Ziya Öğütçen-Dikili Ekin Kurucusu,Yazar dan oluşmaktadır.

2012 yılı Ön Seçici Kurulu ise
Bornova’dan Emine AYKUT, Nurşen TÜRKEL, Nazile ŞANLITÜRK,Gazi TÜRKEL, Karşıyaka’dan Samiye MÜLAYİM,Dr. Mirtay ONAY, Villakent’den Ayşen SUNUCU, Sevgi ZENGİN, Seyrek'ten Hasibe HOŞSOHBET,Perihan UYSAL,Muhterem ÖZCAN Uşak’tan Yusuf BODUR,Zühal BAŞPINAR Ulubey’den Mustafa KAYTAN ve Denizli’den İbrahim NAZA’dan oluştu.

Önceki Yılların Ödülleri ; Birinci: Plaket,100 adet yarışma kitabı İkinci: Plaket, 50 adet yarışma kitabı Üçüncü: Plaket, 25 adet yarışma kitabı. Kitapta öyküsü yer alan tüm yazarlara 5’ er adet kitap ve katılım belgeleri sunularak Foça Leon Otelde katılımcıların konaklaması ile öykü günleri şeklinde açıklanmıştır.


YARIŞMA ÜZERİNE;

UZUN İNCE BİR YOLDAYIZ.
"Seyrek Anam Evi Çalışma Grubu Öykü Yarışması, "
adı ile yoluna devam eden bu uğraşın ilkinin konusu;
"Dostluk ve Komşuluk, " tu.
İkincisinin , "Kadın, ", üçüncüsünün " Mutluluk, " idi.
Mutluluk konusu kitleye duyurulduğunda Seyrek Belediyesi
diye bir tüzel kişilik vardı.
Seyrek Belediyesi 29 Mart 2009 seçimleri ile kapatıldı.
Seyrek Belediyesi kapatılınca yerine yeni bir tüzel
kişilikle devam etmek istedik.
“ İzmir Doğa ve Kültür Derneği “ kuralım dedik.
Olmadı.
Bu arada öykü yarışmamızı sürdürerek GÖÇ konulu öykü
yarışmamızı sonuca ulaştırdık.
"Anam Evi Çalışma Grubu , " Seyrek Beldesi içinde
yaptığımız kitle çalışmalarından doğmuştu.
"Seyrek Anam Evi Çalışma Grubu" seyrekli bayanların
sivil, bağımsız, bağlantısız kitle hareketi idi.
Yolun başında çalışma grubu içinde yaşamları
boyunca hiç öykü okumamış olanlar da vardı.
Şimdi "Seçici Kurul" içinde yer alıyorlar.
 "SAVAŞIN GETİRDİKLERİ, "öyküleri
"Seyrek Anam Evi Çalışma Grubu Kültür Yayınları "nın ikincisi
olarak sizlere ulaşıyor.
Anaların evi sıcaktır, sevecendir.
Yollar ne denli zorlu olursa olsun yürünmesi gerekirse analar o yolu yürür.
Seyrekli bayanlar aydınlık için, aydınlanma için kararlılıkla yürüyorlar.
Yolumuz uzun ve çetin.
Bize katılır mısınız ?

Yılmaz SUNUCU

Seyrek Anam Evi Çalışma Grubu
Kültürel Etkinlikler Sorumlusu


(2011 yılı "Savaşın Getirdikleri" konulu yarışmada Sn.Hatice UYSAL, Sn.Yılmaz SUNUCU ve Sn.Başkan Nurgül UCAR'dan ödülünü alırken)

Bu yarışma ile 2006 yılından bugüne değin ülkemiz yazınına pek çok öykücü kazandırılmıştır.  Yarışma kitabında ilk öyküleri yayınlanan öykü emekçilerinin bir çoğu daha sonra diğer ulusal yarışmalarda da dereceye girmiş ve bugün bazıları kitap yazarı haline dönüşmüştür. Nitekim “Zor Ödev” adlı ilk öyküm 2006 yılında Seyrek Belde Belediyesi’nin tüzel kişiliğinin devam ettiği dönemde “Komşuluk Öyküleri” adlı bu yarışmada  yayınlanmaya hak kazanmıştı. Ardından 2007 yılında aynı Belde Belediyesinin “Kadın konulu öykü yarışmasında Annemin Feneri ve Gözler adlı öykümle Övgü Ödülü almıştım. Sonrasında bir çok ulusal ve uluslararası yarışmada öykülerim dereceye girdi. 2009 yılından beri bu yarışmada Seçici Kurul Üyesi olarak görev almaktayım.

Sanatın pek çok dalında olduğu gibi yazında da ilk adım ve yüreklendirme oldukça önemlidir. Sn. Başkan Nurgül UÇAR ve Yarışma Genel Yazmanı Sn.Yılmaz SUNUCU ülke yazınına yeni isimler kazandırma yolunda ve geleneksel hale getirdikleri bu yarışmayı sürdürme konusunda oldukça istekli ve kararlı görünmektedirler. İki yıldır Seyrek Anam Evi Çalışma Grubu adına düzenlenen yarışma başka bir açıdan da oldukça anlamlıdır. Bu etkinlikler başladığından beri Seyrekli kadınların sosyal yaşamında önemli değişiklikler olmuştur.  Çoğunluğu başlangıçta kitap bile okumazken bugün ülke edebiyatına destek olacak boyuta ulaşmışlardır. Günümüzde bu kadınlarımız yarışma ön seçici kurulundadır.  Onların beğeni sırası da Yarışma Seçici Kurulu tarafından dereceye giren öykülerin yanında yıldızlı olarak yarışma kitapçığında belirtilmektedir. Bu bakımdan hep aydınlığın parçası olmayı başaran bu iki değerli edebiyat gönüllüsü ve emekçisini ( Sn. Nurgül UÇAR’ı ve Sn. Yılmaz SUNUCU’yu) yürekten alkışlıyorum.

Haydı kalemler yazmaya başlayın! Anne (Kadın)Gözü ile Ev (Evim)’i sizin kaleminizden okuyalım.

Saygılarımla

Kezban ŞAHİN TAYSUN

YENİ KADIN YAZARLAR ÜZERİNE BİR ALINTI:

“Edebiyat dergilerinde öykülerini okuduğum ve yakın gelecekte ilk öykü kitaplarıyla okurlarını selamlamalarını dilediğim birçok kadın öykücü geliyor aklıma: Birsen Ferahlı başta olmak üzere, Asuman Portakal, Azime Güç, Hande Baba, Nermin Gürbüz, Fulya Bayraktar, Sofya Kurban, Feyziye Alper, Özlem Sözbilir, Nilgün Erdem, Zübeyde Seven Turan, Hüsnan Şeker, Saime Bircan, Gülseren Alçı, Abide Özgüle, Nalân Yılmaz, Yasemin Şengör, Ayşen Göreleli, Sinem Meral, Mine Hoşcan Bilge, Kezban Şahin Taysun, Nefise Abalı, Oya Uslu, Melike Şenyüksel, Zeynep Sönmez, Birsel Kurt, Emine Cin, Şefika Görgülü Kamcez, Sibel Özdemir, Esma Zafer Ertan, Güzin Oralkan, Cihan Göktan, Özge Özen, Nehir Aydın ve daha birçok kadın yazar…” Hülya Soyşekerci /Kadın Yazarların 2009’daki Öykü Kitapları Arasında Bir Gezinti /LACİVERT Öykü Şiir Dergisi/ Mayıs- Haziran 2010 Yazının tümünü okumak için:

 http://sanatedebiyatsitem.blogspot.com/2010/06/kadin-yazarlarin-2009daki-oyku_6590.html