“Yüksek Ziraat Mühendisi Kezban Şahin Taysun’un Potkal kitap yayını “Kafesteki Kalp” adlı romanı kadınlarımızın karşılaştığı sorunların çözümüne edebi bir katkı niteliğinde. Anılar, olayların düşündüren değerlendirmesiyle ilgi çeken anlamlı vurgulamalarla başarılı bir çıkış.” Yekta Güngör ÖZDEN

31 Mayıs 2012 Perşembe

Olumsuzlukların Hedef Noktası (makale)


“Ya ümitsizsiniz, ya da ümit sizsiniz. Ya çaresizsiniz, ya da çare sizsiniz.”
     İnsanoğlu olumsuzluğun hedef noktası olduğunda kendisini nasıl hisseder?  Bu durumda Behçet Necatigil’in bu dizelerinden çaresizliği ümide dönüştürmeyi öğrenme şansı yakalayabilir mi?
       Peki, olumsuzlukların üzerine kolayca yığıldığı bir canlı var mıdır yeryüzünde?  Sorunun yanıtı açıktır. Bu, diğer canlılar içinde akıl açısından üstün gösterilen insanın iki cinsinden birine aittir. Bu; kadındır. O, bu sözcüğün içinde çoğul anlamlar taşır. Annedir; özveri örneğidir. Cennet onun ayaklarının altına serilmelidir. Eştir; gocunmadan hayatı omuzlarına yüklenir. Gelindir; geleneklere boyun eğer. Ev kadınıdır; evini düzene sokar. İş kadınıdır; ya sırtında bebesiyle tarlada ırgat ya da aklı emziremediği çocuğunda kalan bir memurdur. O bunları yaparken; tek şey diler Tanrı’dan; adı “öteki” olmadan, evrene sunduklarıyla değeri bilinmek!
 Mitolojide Ana Tanrıça Kibele, bereketi, toprağı, doğayı, canlılığı ve verimliliği simgeler. Kadın doğurgandır ve hep üretkendir. Tarihin Amazon kadını ise savaşçı özelliği ile bağlı bulunduğu topluluğu kötülüklerden koruyarak niteliklerine bir yenisini eklemiştir. Ne yazık ki kadının başarıları sonraki devirlerde, böylesine görkemli dile getirilmemiştir.
Ülkemizdeki toplumsal davranışlarımızda yapılan bazı yanlışlıklar, kadına gereken saygıyı her zaman sunmadığımızı göstermektedir. Bazı gazete manşetlerinde kadın imgesi hala “beden” demektir. Arka sayfadaki bir doğal felaket görüntüsü küçük bir çerçeve içinde yer alırken, hemen yanında yer alan kadın bedeni görüntüsü, onun beş katı büyüklüktedir.
Toplumun yazılı olmayan kurallarına yüzyıllardır sızan kadınla ilgili hatalı inanışlar, onu toplumsal yaşamda geri plana itmiştir. Bu, kadının çoğul özelliklerinin zamanla göz ardı edilmesine yaramıştır. İstatistikler söylemektedir ki; ülkemizde 15-40 yaş arası birçok kadın kanser, trafik kazaları ve sıtma yerine toplumsal cinsiyet kökenli şiddet nedeniyle ölmektedir veya yaralanmaktadır. Her 3 kadından biri dövülmekte, cinsel ilişkiye zorlanmakta veya taciz edilmektedir.  Kadın kurbanların yüzde 70’i eşleri ya da erkek arkadaşları tarafından öldürülmektedir. Bu rakamlar aynı zamanda şunu göstermektedir ki; toplumda ruh sağlığı bozuk insan sayısı azımsanmayacak düzeydedir. Aile içi şiddet uygulayan erkeklerin tümünün eğitimsiz olduğu savı da geçersizdir. Kimi zaman eğitimli bir erkek, sosyal yaşamında kadın haklarını hararetle savunurken, evinde karısına şiddet uygulamaktadır. Üstelik bunun gerekçesini de eşinde o anda buluverdiği bir kusura yüklemektedir.
Yapılan yanlış tutumlardan birisi; kadına yakıştırılan tek geleceğin evlilik yaşamı olarak görülmesidir. Kız çocukları erken yaşlarda evlendirilmektedir. Onlar karşılaştıkları olumsuzluklarda da baba ocağına geri dönmemeye koşullandırılmaktadır. Böylece onların herhangi bir şefkat ortamına sığınma şansı da ellerinden alınmaktadır. Bu şekilde kadını beden olarak gören zihniyete fırsat doğmaktadır. Kimi zaman konumu değişip ona “kuma” denmektedir. Her türlü duygusal işkenceye maruz kalmaktadır.  Bazı törelerde, onun gerek kendi isteği ile gerekse bir tecavüz ile evlilik öncesi cinsellik yaşaması toplum dışına itilme ve aile yakınları tarafından öldürülme sebebi olmaktadır. Burada erkeğin evlilik öncesindeki cinsel geçmişi asla dikkate alınmamaktadır. Sonuç olarak, vicdanın yok sayıldığı ve hoşgörünün tek cinse tanındığı bu yaklaşımlarda, kadın pek çok konuda günah keçisi ilan edilmektedir. Kadın evlilik çatısı altında yaşadığı olumsuzlukları sineye çekmekte ve çoğu zaman saklamaktadır. Evlilik yaşamında hayalleriyle örtüşmeyen pek çok olaya anlam veremediği gibi, çevresine anlatmakta da güçlük çekmektedir. Kimi zaman bulunduğu yerin hazır doğrularını kabullenip, öz güvenini yitiren bir bireye dönüşmektedir.
Ancak kadın her zaman karşı cinsten olumsuzluk görmeyebilir. Kadını kadına ezdiren yaklaşımların en üzücü örneği, gelin kaynana çatışmasıdır. Kadın, bazı geleneklere göre büyüğe saygı bağlamında kendisine zulmeden kayınvalidesine ve eşine bir tepki gösterememiş ve bu sorunlar onun ruh sağlığını bozmuştur.
Aile içinde yaşamsal sorumlulukların eşit olarak dağıtılmaması da kadının omuzlarına binen iş yükünü arttırmıştır. Bu durum erkeğin lehine gerçekleşmiştir. Çocukların yetiştirilmesi kadına yüklenmiştir. Onun yetiştirdiği çocuklar da aynı olumsuzluğu devam ettirmişlerdir. Bu durum ne yazık ki, kız çocuğunu erkek kardeşe hizmet eden konuma getirmiştir. Kadının geri plana itilmesi onun miras dağılımından da eşit yararlanmasını engellemiştir. Örneğin; genelde mülkün hası oğlana, daha kötüleri ise kıza verilmiştir.
Kadın doğmak, beraberinde ona geçmişten gelen toplumsal olumsuzluklarla doğmak anlamına da gelebilmektedir. Örneğin Sosyal davranışlarında kötülülüğün odağı olma korkusu ile sınırlanmak (taciz, tecavüze uğrama korkusu vb), sermaye tuzaklarına düşmekten korkmak, dışlanma hissi gibi… Kız çocuğu doğuran kadına haksız yere damga vuran cehalet, kadının yaşamına zincirleme şekilde pek çok olumsuzluğu eklemeye devam eder. Tecavüze uğrayan kadını, tecavüzcüsüne ödül olarak verir. Bunu da töre ile yapar. Asıl suçlu kolayca aklanırken, mağdur kadın bu durumu yazgı olarak yaşamaya mahkûm edilir. Bu durumda kadının kendisini güven içinde hissettiği ortamla karşılaşması, ancak şans işidir.
Toplumda kadını ezen yaklaşımları kınamak gerekmektedir. Ruh sağlığı bozuk eş, baba ya da erkek kardeşin, yakınındaki kadına uyguladığı şiddet ile sakinleşme çabasını görmezden gelmek, dinmeyen toplumsal bir yarayla yaşamak anlamına gelmektedir. “Karı koca arasına girilmez” düşüncesiyle şiddete göz yummak, seyirci ve duyarsız toplumun oluşmasına neden olabilmektedir. Yaygınlaşmaması gereken bu olumsuzluklara çözüm bulmak için kadının toplumsal saygınlığı konusunda yasa koyucuların duyarlı yaklaşımlarına da gerek vardır. Unutmayalım ki bir Türk atasözünde belirtildiği gibi; “Zulme rıza, zulümdür” 
İnsan hakları cinsiyet ayrımını tanımaz. Kadın da diğer cins gibi yaşamsal kararlarında özgür olmak ister. Dilediği insanla evlenme ve istediği düzeyde eğitim alma hakkına sahiptir. Kadınlara haklarının öğretilmesi de önemli konular arasındadır. Bir kusuru nedeniyle şiddete uğradığını düşünen kadınlar ne yazık ki hala fazladır.  Onların bu haliyle çağdaş yaşama katkıları tartışma konusudur.
Her zaman mükemmellik beklenen insan cinsi yine odur. Pek çok sorumlulukla baş etmeye çalıştığı sırada, görünüm olarak da dört dörtlük olması dile getirilir. Bu bakış açısı da kimi zaman eşi tarafından itilmesine ve kendisini yetersiz hissetmesine yol açabilmektedir. Belki de bu yüzden yanlış diyet yapar, yaşamı bir dramla son bulur ve gazetelerin üçüncü sayfasına yerleşir.
      Sıralanan tüm bu olumsuzluklar toplumumuzda kadının iç dünyasında çöküntü yaratmakta ve onun özel ve sosyal yaşamını olumsuz yönde etkilemektedir Yasa koyuculara düşen önemli görevlerden biri, kadını kötülüğün hedef noktası olmaktan kurtaran yasaları acil olarak çıkarmalarıdır. “Kadın Sığınma Evleri” arttırılmalı ve bunlar uzman insanlar tarafından yönetilmelidir. Okullarda gençlere sosyal ve kültürel faaliyetler yardımıyla çağdaş insan çizgileri tanıtılmalıdır. Gençliğe yönelik edebiyat eserlerinde ve dizilerde erkeği kahraman, kadını ise ev hanımı gösteren geleneksel yaklaşımlardan vazgeçilmelidir.  Bunların yerine, saygı ve sevginin ürünleri olan nezaketin ve paylaşımın aile ortamında sağlanmasının, insan yaşamını nasıl huzurlu kıldığını gösteren yapıtlara yer verilmelidir. Yazılı ve görsel basında şiddet haberleri yanı sıra çağdaş yaşamı destekleyen örnek haberlere de yer verilmelidir.
Sonuçta Ulu Önder Atatürk’ün şu sözlerini akıldan çıkarmamak gerekiyor: “Bir toplum, bir millet, erkek ve kadın denilen iki cins insandan meydana gelir. Kabil midir ki bir kütlenin bir parçasını ilerletelim, diğerine müsamaha edelim de kütlenin hepsi yükselme şerefine erişebilsin? Mümkün müdür ki bir topluluğun yarısı topraklara zincirlerle bağlı kaldıkça diğer kısmı göklere yükselebilsin?”
Tüm bu anlatılanların ışığında denilebilir ki; kadın ve erkek, yaşama döşenen raylara benzer. Aynı hizada bulunduklarında, yüklendikleri tren sadece mutluluk taşır.
 Kezban ŞAHİN TAYSUN
Güncel Sanat Kültür, Sanat ve Edebiyat ve Dergisi/ Temmuz- Ağustos 2011/ sf:10-11


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder